Blog

Duyguların Filizlenmesi

Her duygu, başka bir duyguyu besler ve doğurur. Ana duygunun beslediği düşünceler, yeni duyguların doğumu ile saçaklanır ve üzüm salkımları gibi çoğalırlar. Bu düşünceler bilincimizin duygu üretiminde aktif görev yaparlar. Bilinç tarlamıza ekilen üzüm fideleri gibidir, ana çıkış duygumuz. İlk ektiğimiz tohum çatlar, duygular filizlenir, fide olur, asma haline gelir ve üzüm vermeye başlar.

Üzümü yiyenler o minik tohumdan habersiz, sadece yediği üzümün lezzetinde kalır. Üzüm meyve olarak yenilir veyahut ondan pekmez, pestil – sirke yapılır, şarap üretilir. Daha kim bilir hangi çeşitlerde tüketilir… Aynı duygularımız gibi çeşit çeşit yaşama sunulur…

 

Bazen öylesine sıkı tutar ki, sevdiği kuşun ölümüne sebep olabilir. Bu kişi aidiyet duygusunu kaybettiği için yaşamında da kandan akan köklerin bilgilerinin tesirini kaybetmiş olabilir. Kandan akan kök bilgilerimiz ebeveynlerimizi yok saymamızla tesirlerini kaybetmeye başlayabilir. Bu tesirle ilişkilerin, deneyimlerin bilgisini yok sayabiliriz, bu da bizi aidiyet duygularımızdan uzaklaştırır.

Ve böylece yalnızlık duygumuz filizlenmeye başlar. Sosyal hayatta, yüzlerce kişinin içinde bile kendimizi yalnız hissetmeye başlarız ve yalnızlık ile savaşmaya başlar, kendimizi birilerine gösterme, varlığımızı kanıtlama çabasına geçeriz. Kanıtlama duygumuz yaprak açmıştır… Bu yaprağın gölgesinde çiçekler olarak açacak olan duygularımız; mükemmeliyetçilik, yetersizlik duygusu, özgüven kaybı veya haddini aşmış özgüvenle bencillik olabilir. Bunlar zamanla bizimle birlikte olgunlaşır ve meyveye dönüşür. Bu meyveleri bizle birlikte çevremizde olan herkesle yemeğe başlarız ve çevremizdekiler bizi sadece bu meyvelerin olgunluğu ve hamlığı ile tartarlar, maalesef ki.

 

Sahiplenme duygusu kıskançlık duygusunu da besler. Sahip olduğumuzu paylaşamamaya başlarız ve sadece bize ait olmasını arzu ederiz. Bunun nedenini çok sevdiğimiz için zannederken aslında egonun sahiplenme duygusunu gübrelemesi ile gitgide büyüyen nur topu gibi bir kıskançlığımız olmuştur. Kıskançlık harisliği, harislik sinsiliği beslemeye başlar… Bu akış katlanarak dal budak vererek devam eder, filizlenir, bağdaki asmalar gibi çoğalır, çoğalır…

 

Sahiplenme duygusu aidiyet duygusunu ya da aidiyet duygusu sahiplenme duygusunu bu şekilde doğurur. Yaşadıklarımıza göre durum, bu iki şekilde değişebilir. Bazen tohum, bazense bu tohumun filizi olurlar… Biz bu duygularımızı haddini aşmayacak bir seviyede tutabilirsek, yaşama köklenebilir ve bu sağlıklı köklenme ile de geleceğimiz olan çocuklarımıza da iyi bir miras bırakabiliriz.

 

Bizler mirası mal mülk olarak algılarız, hâlbuki en önemli miras kanımızla çocuklarımıza aktardığımız bilgilerdir. Bunları sadece kaş, göz, beden görüntüsü olarak algılamadığınızı umarım. Asıl önemli olan burada kandan akan, yani genetik olarak aile büyüklerimizin yaşamlarından bize devredilen bilgilerdir. Bunların içinde acılar, mutluluklar, kahredişler, göçler, aşklar, maktul, mağdur ve matemler gibi tüm yaşanmışlıkların bilgileri vardır. Ve bunlar aile büyüklerinden bize doğru akar. Biz sadece “ben” olarak yaşadığımızı zannederken, aslında kanımızın bize aktardığı bilgilerin bizi etkilediği alanlardan kalan kısımlarda var olmaya çalışıyoruz.

Bizi etkileyen kader akışı, kan ile birlikte yaşamda da bizimle birliktedir. Ben “ben” olarak yaşamda olmaya çalışırken, 2-3 göbek önceki amcamın umutsuz aşk acısını sonlandırmak amacı ile umutsuz bir aşkı yaşamıma çeker ve bunu doyasıya yaşamaya çalışırım. Amacımız amcazademizin acısını tamamlamak ve tamamlanmayan yaşanmışlıkları, yaşama geçirmeye çalışmaktır.

Belki de büyükbabamızın yaşadığı iflastan alamadığı dersi vermek üzere, iflası hayatımıza çeker ve yaşarız. Katil olmuş bir akrabamızın ödemediği bedeli ödemeye çalışırız. Bütün bunları da çoğu zaman “neden ben?” diyerek yaşarız. Aslında “yalın ben olmayan ben”, taşıdığım kanın bedelini yaşamda vermeye çalışırım. Ne taşıdığımın farkında olmadan kanın aidiyet duygusu beni, yalın ben dışında bedel ödeyen bir kan taşıyıcısı yapar. Bu cümleler sizi çıkmaza sokmasın… Yalın ben olma yolculuğumuzda asli görevimizdir, bu kanı taşımak.

Taşıdığımız kan ile yaşamı öğreniriz ve ifade ederiz. Kan ile genetik bilginin bizi yalınlaşma yolunda eğittiği artık birçoğumuzun bildiği bir gerçektir. Önemli olan bizim bu eğitimden çıkarttığımız yaşamımızdaki özetimizdir. Kan tüm yaşanmışlığını bizim yaşamımızda özet olarak sunar…

 

HAYATA HER AÇIDAN BAKABİLMEK…

Hayata her açıdan bakabilmek yaşamımıza ne katabilir sizce? Olduğum noktadan görebildiğim kadarıyla yaşamdayım. Peki, göremediğim alanda neler oluyor ve bu göremediklerim yaşamımı nasıl etkiliyor. Bu etkiler ile yaşamda sadece ben olarak var mıyım? Yoksa bu farkına varamadığım etkiler beni ben olmaktan mı çıkarıyor?

 

Kendimizi ne kadar tanıyor ve ne kadar kendimizi ifade edebiliyoruz? Belki de kendimize sorabileceğimiz en ağır sorulardan biri;

-Ben, kendim zannettiğim kişi miyim?

Hayata her açıdan bakabilmek nedir?

Bunu nasıl anlayabiliriz? İnsan, bedende iki akışla bütünleşir ve yaşama geçer. Bunlardan biri ruhsal alan ki, bunun bilgisini sadece dinsel, ruhsal bütünlüğü yükselmiş üstatlar ve göksel öğretilerden akan bilgilerden öğrenebiliyoruz ve bunlar sadece zan niteliğini taşıyor. Bunun nedeni ruhsal alan bilgilerinin kanıtlanacak, elle tutulur gözle görülür bir bilgi olmadığı, sadece söylemlere dayalı olduğudur.

 

İkincisi ise kandan akan bilgilerdir ki, bunu bilimde kanıtlar. Genler yolu ile aktarılan bilgiler bedende ifadeye, yaşama dönüşür. Kandaki bilgiler bizde kaşımızın, gözümüzün, tenimizin nasıl olacağını belirlediği gibi kaderimizi, olaylara bakış açımızı, algımızı ve kontrolde zorlandığımız duygu durum halimizi şablonlayabilir. Belki zevklerimiz dahi sadece bize ait duygu durumundan değil geçmişte dedemizin, ninemizin arzuları etkisindedir. Belki çok severek yediğiniz elma, hiç hoşlanmadığınız bir tat ama büyük babanızın yaşayarak kanına kayıtladığı bilginin etkisindesiniz. Belki de tutkuya çevirdiğiniz aşkınız sadece dedenizin kavuşamadığı sevdiğinin etkisinde ve bu tutku içine gömdüğü duyguların kana kaydıdır. Belki siz işte başarıya koşamıyorsunuz çünkü geçmiş büyüklerinizin işte başarı konusunda ağır tahripleri vardır ve bu da sizi etkiliyordur. Hayatta kan yoluyla akan bu bilgiler, yalın kendimiz olmamızı engelleyen akışlardır.

 

Ruhsal akıştaki etkileri ise varsayımlar üstünden yapabiliriz. Söylediğimiz hiçbir şey için “kesin budur” diyemeyiz, doğum ve ölüm haricinde ve Yaradan’ın varlığını kabulün dışında.

 

Ruhumuzun bize Yaradan tarafından hediye edilmiş olarak düşünürüz. Bedenin yani maddenin, kanla ve canla birleşmesi bizi yaşamda “İnsan” olma bilincine kavuşturmuştur. Ruhun bilinci ile maddenin bilinci bedende tekliğe kavuşur ama madde ruhun yüksek titreşimine dayanamayacağı için ruh titreşimini (frekansını) beden için ve bedende var olabilmesi için indirger. Daha düşük frekansta titreşir. Her şeyi bilen ruh bilinci, beden (madde) bilincine indirgendiği için bildiklerini unutur. Tek unutmadığı şey ise bedenin bilincini yükseltme görevidir. Beden bilincini yükselttikçe, ruh bedende daha rahat ifade bulur ve ruh beden bilincine rehberlik eder.

 

Bu rehberlik beden bilincinin yükselmesi ile paralel gelişir. Beden bilinci zihin katmanın haritasını oluşturur ve yaşam bu harita üstünde şekillenmeye başlar. Algı potansiyelinin genişlemesi, bilincinde genişlemesine etki eder. Bu iç içe halkalar halinde yansımalarla beden bilinci, insani bilinç potansiyeline ulaşmak için milyonlarca yıldır ruhun sonsuz bilinç potansiyelini açmaya çalışmaktadır.

 

Belki bu cümlelerle anlamak kolay değil ama yaşamı anlamakta bildiğiniz gibi kolay değil. Hayata her açıdan bakabilmek bu noktada bizim için oldukça önemli…

 

Binlerce sorunun çıkabileceğini düşünerek belki aklınıza ilk gelecek soruları açıklamak istiyorum.

 

İnsani bilinç potansiyeli nedir?

Biz insanoğulları, insan olma çabasındayız bu hayatta. Daha ne kadar yolumuz var onu dahi bilemiyoruz ama bildiğimiz daha insan bilincinin küçük bir parçasını kullandığımız. Birçok yüzdeler verilebilir ki, bunlar doğru sonuç mudur? bu bence bilinmez. Çünkü “insan bilincinin potansiyeli ne kadardır?”, bunu tam manasıyla bilemiyoruz. Sadece varsayımlar içinde bu konuya yaklaşabiliyoruz.

 

İnsanoğlunun mağaralarda yaşadığından bu yana bilincin inanılmaz bir gelişim gösterdiğini yazılı tarihi izleyerek görebiliyoruz. “İnsan olmak”, birçok niteliğimizi artırmayı gerektirdiği gibi, birçoğunu da bırakmamızı gerektiriyor. Sürüngen beynimizin kayıtladığı ve üst beyne aktardığı birçok algıya artık gerek duymadan yaşayabiliyoruz. İnsanoğlu deneyimlerini yaşayarak, kayıtlayarak, sebep ve sonuç çıkartarak nesiller boyu inanılmaz bilgi aktarımları oluşturuyor. Bu da bize, hayatın ne inanılmaz büyük bir okul olduğunu gösteriyor.  Hayat okulunda öylesine inanılmaz bilgiler aktarılmıştır ki, bu zamanlarda artık bu bilgilerin açılması, deşifre edilmesi ve insani bilgilerin biraz olsun anlayabilmesinin zamanıdır. Belki de bu yüzden artık içsel olsun, yaşamsal verilerde olsun her daim sorgulamalar halindeyiz. Daha önce ki zamanlarda belli seviyeye varmış kişiler bu sorgulamaların içindeydi ama artık biraz düşünebilen her kişi hem kendini, hem yaşamı sorguluyor. Cevaplarını ise şimdiye kadar sahip olabildiği bilinç seviyesinde yapabiliyor kişi. İletişimin bu zamanlardaki ulaştığı seviye, bu sorulara daha kolay cevap arayabilmemizi sağladığı gibi bilmediğimiz yollarda bizi daha karanlığa da sokabilir.

 

Her birimizin hayatta bilincine saygı duyarak bu yolculuğumuzun aydınlık olması dileğiyle…Hayata her açıdan bakabilmek gücünüze güç katar…

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
× Bize Yazın